Thursday, July 2, 2009

RICHARD FEYNMAN'IN EVRENİNİ ANLAMAK: KEŞFETMENİN MUTLULUĞU

Sevgili dostlar, Boğaziçi Üniversitesi'nden sevgili Atilla Öner ve Erhan Gülmez hocalarımızın Türkçeye kazandırdığı bir söyleşiyi sizinle paylaşmak istiyorum. Bilim sevgisi ve keşfetmenin mutluluğu üzerine harika bir ufuk turu. İlk okuduğumdan beri beni çok etkilemiştir. İyi okumalar.



Fizikçi Richard Feynman’la Söyleşi

18 Şubat 1988'de kansere yenilen ünlü fizikçi Richard Feynman'la yapılan bir TV söyleşisi bu büyük fizikçinin değişik yönlerini ortaya koyuyor. Sadece keşfetmenin mutluluğunu yaşamayı istemenin dünyayı anlamamıza yardımcı olduğunu görüyoruz. Hazırladığım Türkçe metni okuyup düzeltmeler yapan Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü öğretim üyesi arkadaşım Doç. Dr. Erhan Gülmez’e teşekkür ederim.


Dr.-Müh. M. Atilla Öner
Bebek, Nisan 1996

Richard Feynman

Ressam bir arkadaşımın hiç anlamadığım bir tavrı var. Bir çiçeği gösterip "şu güzelliğe bak" der. Kabul ederim tabii. Ama o konuşmaya devam eder : "İşte, bir sanatçı olarak bu çiçeğin ne kadar güzel olduğunu görebiliyorum. Ama, sen, bir bilim adamı olarak onu parçalarına ayırıyorsun; ve aptal bir şey oluyor." Biraz kaçık olduğunu düşünüyorum.

Bir kere; onun gördüğü güzellik herkese, bana da, açık. Tabii, belki benim estetik duygularım onunki kadar ince değil. Ama, güzel bir çiçeğin vereceği mutluluğu yaşayabilirim. Aynı zamanda, çiçekte onun gördüğünden daha fazlasını görebiliyorum. İçindeki hücreleri hayal edebilirim; hücre içindeki karmaşık hareketlerin de bir güzelliği var. Yani, sadece bir santimetrelik bir güzellik değil: daha küçük boyutta da güzellik var, iç yapısı... hareketler.

Polenleri yaymak amacıyla böceklerin ilgisini çekmek için çiçeklerdeki renklerin oluştuğunu bilmek de ilginç -- böceklerin renkleri görebildiğini ispatlıyor bu. Bir soru çıkıyor ortaya -- şu estetik duygusu insandan başka hayvanlarda da mı var?.... Niyeestetik? Çiçeğin muhteşemliğine, gizine ve heyecanına katkıda bulunan bu sorular bilimselbilgiden kaynaklanıyor. Görüldüğü gibi bilimsel olmak sadece katkıda bulunuyor.Güzelliği nasıl azalttığını anlamıyorum.

İş bilime gelince genellikle tek taraflı olmuşumdur. Daha gençken tüm gücümü bilimüzerinde yoğunlaştırmıştım. Öğrenmeye vaktim yoktu ve de sosyal bilimlerle ilgileneceksabrım yoktu. Üniversitede sosyal bilimlerden ders almak gerekirdi ama, bir şeyleröğrenmekten ve çalışmaktan devamlı olarak kaçtım. Daha sonra, biraz ihtiyarladıktansonra rahatladım ve ilgi alanlarımı yaydım. Resim yapmayı öğrendim, biraz da okudum.Ama, hâlâ tek yönlü birisiyim ve fazla bir şey bilmiyorum. Sınırlı bir zekam var ve benonu belli bir yönde kullandım.

Anlatan

Richard Phillips Feynman New York'ta doğdu ve büyüdü. Babası doğayla ve bilimleyoğun olarak ilgileniyordu. Oğlu üzerinde kalıcı ve önemli etkisi oldu.

Richard Feynman

Doğru, babam daha ben doğmadan anneme, eğer erkek olursa bir bilim adamı olacağını söylemiş. Şüphesiz bunun olması için de yoğun gayret sarfetti. Gerçekten, bilim adamı olmamda etkili oldu. Küçükken, henüz bebek sandalyesinde otururken eve değişik renklerde küçük fayanslar getirirmiş; oynarmışız, domino gibi, dik olarak ama, sandalyemde dizermişiz -- böyle olduğunu anlattılar -- hepsi bittiğinde bir kenarından itermiş, ve hepsi yıkılırmış. Bir süre sonra tekrar dizilmesine yardım edermiş, gittikçe karmaşıklaşan bir şekilde -- iki beyaz fayans, bir mavi, iki beyaz, bir mavi – Annem şikayet edermiş, "yahu çocuğu rahat bıraksana mavi koymak istiyorsa, bırak da maviyi koysun" diye.

Ama babam "hayır, ona desenlerin ne güzel şeyler olduğunu göstermek istiyorum, matematik gibi ilginç olduklarını" dermiş. İşte, babam bana dünyayı anlatmaya, ne kadar ilginç olduğunu anlatmaya çok erken başladı.

Evde Britannica ansiklopedisi vardı. Küçük bir çocukken bile beni kucağına alır ve ansiklopediden bölümler okurdu. Dinazorlar hakkında, örneğin, Brontesaurus veya onun gibi birşey, belki de Tyranasaurus Rex, hakkında şöyle derdi ansiklopedi 'bu hayvan sekiz metre boyundadır, kafası da iki metre genişliğindedir' ; burada durup 'bakalım bu ne demek' derdi. 'Eğer bizim ön bahçede olsa, kafasını pencereden içeri sokabilecekyükseklikte olurdu, ama kafası büyük olduğundan pencereyi kırardı' derdi.

Okuduğumuz herşey gerçeğe tercüme edilirdi. Tabii, ben de her okuduğumun gerçekten ne anlama geldiğini düşünmeyi öğrendim. Gördüğünüz gibi küçük bir çoçukken ansiklopedi okunurdu bana, ama tercümeyle. O boyutlarda bir hayvanın bulunduğunu düşünmek ilginç ve heyecan vericiydi. Bu hayvanlardan biri pencereden girecek diye hiç korkmadım; sadece çok ama çok ilginç olduğunu düşündüm; hepsinin ölüp yok olduğunu, ve kimseninbunun nedenini bilmediğini öğrendim.

Catskill dağlarına giderdik. New York'ta yaşarken, bu dağlar yazları milletin gittiği yerlerdi. Bir sürü aile vardı oraya giden. Babalar hafta içinde çalışmak için New York'a gidip hafta sonları dönerlerdi. Hafta sonları babam geldiğinde beni ormana götürürdü, birsürü şeyler anlatırdı bana; ormandaki ilginç olaylar hakkında --birazdan anlatacağım--Tabii diğer anneler bunu görünce çok güzel birşey olduğunu düşündüler ve eşlerinden kendi çocuklarını da ormanda yürüyüşe götürmelerini istediler. Ama eşlerini bir türlü ikna edemediler. Bunun üzerine, babamdan bütün çocukları ormana götürmesini istediler. Babam istemedi tabii; aramızda farklı, çok özel bir ilişki vardı. Sonunda diğer babalar dabir sonraki hafta sonu çocuklarını yürüyüşe götürmek zorunda kaldılar. Babalarımızın tekrar şehre gittikleri pazartesi günü çayırlarda oynarken çocuklardan biri bana 'şu kuşu görüyor musun, ne tür bir kuş o?’ dedi. Ben de 'en ufak bir fikrim bile yok' diye cevapladım. O devam etti, kahverengi boyunlu ...., veya ona benzer bir isim söyledi, 'babansana hiç bir şey anlatmıyor'. Aksine, babam çok şey öğretmişti. Kuşa bakarak 'bak, bu bir kahverengi boyunlu ..........; portekizce ismi şu, italyanca da şu, çince de şu, japonca da şu. Eğer tüm bu lisanları biliyorsan o dilde insanların bu kuşa ne isim verdiklerini de biliyor olacaksın. Ama kuş hakkında başka hiç birşey bilmeyeceksin. Şimdi, gel beraber kuşu izleyelim, bakalım neler yapacak' derdi.



Bir keresinde yine ormanda yürüyorduk. Ağacın birinden bir yaprak koparıp bana gösterdi. Normalde hiç farketmediğim bir işaret vardı üzerinde. Yaprağın ortasında başlayıp C şeklinde kenara doğru uzanan kahverengi bir çizgi. Başında dar ve kenara doğru genişliyor. 'Bu şu demek' dedi, 'Bir böcek, mavi bir böcek, sarı gözlü, yeşil kanatlı, gelip bu yaprağın üstüne yumurtasını bırakmış. Sonra bu yumurtadan çıkan tırtıla benzer böcek, bu yaprağı yiyip beslenmiş. Yedikçe bu kahverengi izi bırakmış yaprakta. Yaprağın kenarına geldiğinde bir böcek olup uçup gitmiş -- sarı gözlü, yeşil kanatlı mavi bir böcek --ki o da uçup başka yaprağa yumurta bırakacak. Büyüdükçe daha fazla yediği için iz kenara doğru genişlemiş.' Tabii ki, biliyordum, böceğin sarı gözlü, yeşil kanatlı mavi bir böcek olduğunu uydurmuştu (doğru olmuş olsa bile); fikir şuydu; belki de uçuç böceğiydi veya başka bir şey.... bana anlatmaya çalıştığı hayatın en eğlenceli kısmıydı; olanlar, üremenin bir parçasıydı. Ne kadar karmaşık olursa olsun, amaç tekrarlamak, yeniden doğmasını sağlamak.

Etrafımdakilere dikkat etmeyi öğretti bana. Bir gün 'ekspres vagon' ismini verdiğimiz küçük arabayla oynuyordum -- içinde bir top vardı, çok iyi hatırlıyorum, içinde bir topvardı -- Arabayı çektim, ve topun hareket edişinde bir şey farkettim. Babama gittim ve'dinle baba, sana bir gözlemimi anlatacağım. Arabayı çektiğim zaman top geriye doğruyuvarlanıyor, ama çekerken birden durunca da öne doğru yuvarlanıyor. Peki, niye ?' diyesordum.

Kimsenin bilmediğini söyledi. Genel prensip, hareket eden şeylerin hareket etmeyisürdürmek istedikleri, duran şeylerin de durmaya devam etmek istedikleridir, tabii senitmezsen' dedi. Buna eylemsizlik dendiğini, ama niye doğru olduğunu kimsenin bilmediğini söyledi. Bu çok derin bir anlayışın işareti. Bana sadece bir isim vermekle yetinmiyor. Bir şeyin ismini bilmekle o şeyi bilmenin farkını biliyordu. Ben de bunu çok küçük yaşta öğrendim. Anlatmaya devam etmişti, 'biraz dikkatli bakarsan, topun arkaya doğru yuvarlanmadığını, arabanın arkasını topa göre öne çektiğini görürsün; top hareketsiz duruyor, esasında sürtünme nedeniyle gerçekte öne doğru hareket etmeye başlıyor, geriye doğru değil.' Hemen arabayı öne doğru çektim, ve haklı olduğunu gördüm. Arabayı öneçektiğimde top hiç de geriye doğru hareket etmedi. Arabaya göre geri gitmişti, ama kaldırıma göre biraz öne gitmişti.

İşte, babam tarafından böyle eğitildim, bu tür örnekler ve tartışmalarla; baskısız, sadece ilginç ve canlı tartışmalarla.

O zamanlar benden üç yaş büyük olan kuzenim liseye gidiyordu. Cebir dersinde çokzorlandığı için özel öğretmenden ders alıyordu. Öğretmen kuzenime konuları anlatırken bir köşede oturup dinlememe izin vardı. Öğretmen, 2x artı birşey tipi problemlerin çözümünü anlatıyordu. Kuzenime ne yapmaya çalıştığını sordum. Hep duyuyordum, x, x .... 'sen nebilirsin!' diye cevap verdi, '2x + 7 = 15 ve x'in kaç olduğunu bulmak gerekiyor'. 'yani 4' diye cevap verdim. O da, 'evet, ama sen aritmetikle yaptın, cebirle çözmen gerekirdi', dedi. İşte bu nedenle kuzenim hiç bir zaman cebiri anlamadı, çünkü nasıl yapacağını anlamadı. Anlayamaz da! İyi ki, cebiri okula gitmeden öğrendim. Ana amacın x'i bulmak olduğunu biliyordum ve çözüm yolunun hiç bir önemi yoktur. Biliyor musunuz, öyle şey olmaz, bu problemi aritmetikle çözeceksin, yok cebirle çözeceksin. Okulda uydurulmuş şey, cebirdersini alan tüm çocuklar geçsin diye uydurulmuş. Bir sürü kurallar yaratmışlar; düşünmeden onları uygularsanız cevabı bulabiliyorsunuz. Her iki taraftan 7 çıkar, x'in önünde bir çarpan varsa her iki tarafı o sayıya böl ve öyle gidiyor; ne yapmaya çalıştığınızı anlamadan bir sonuca varabileceğiniz kurallar dizisi.

Bir dizi matematik kitabı vardı, Pratik Aritmetik, Pratik Cebir, sonra Pratik Trigonometri. Trigonometriyi o kitaptan öğrendim. Ama çabucak unuttum, çünkü çok iyi anlamamıştım. Seri sürüyordu; kütüphane Pratik Kalkülüs'ü alacaktı. O zaman, ansiklopediden, ileri matematiğin (= kalkülüs) önemli bir konu olduğunu öğrenmiştim; hem de ilginç bir konu, öğrenmem gerekirdi.

Bu, ben on üç yaşlarındayken olmuştu. Biraz daha büyümüştüm. Nihayet kalkülüs kitabıyayınlandı ve kütüphaneye geldi. O kadar heyecanlanmıştım ki ... Kütüphaneye gittimalmak için; kaydı yapan kütüphaneci şaşırmıştı, 'sen daha küçük bir çocuksun; bu kitapla ne yapacaksın? Bu bir ... ' dedi. Kendimi huzursuz hissettiğim nadir anlardan biriydi; yalan söyledim ve babamın kitabı istediğini söyledim. Kalkülüsü bu kitaptan evde öğrendim. Babama anlatmaya çalışırdım konuları. Babam ilgili bölümü okumaya başlardı, ama sonra aklının karıştığını söyleyip bırakırdı. Bu beni biraz rahatsız etmişti. Biliyor musunuz, bu kadar kısıtlı zekaya sahip olduğunu bilmiyordum. Çok basit ve kolay olduğunu düşünüyordum ve o anlamıyordu. İşte o an, ondan biraz daha fazla şey öğrendiğimi ve bildiğimi farkettim.

Fiziğin yanı sıra babamın bana öğrettiklerinden biri de -- doğru veya yanlış -- saygı değerolana saygı duymamak.... belirli şeyler için. Örneğin, ben küçükken, New York Times'dailk fotoğraflar yayınlandığı zaman, beni kucağına aldı, bir resmi gösterdi. Resmi hatırlıyorum, Papa ve onun önünde eğilen insanlar. 'Şu insanlara bak' dedi, 'bir insan ayakta duruyor, diğerleri onun önünde eğiliyorlar. Aralarında ne fark var? Ayakta duran Papa (Papa'dan nefret ederdi). Aradaki fark da apoletleri!' Şüphesiz Papa için bu tam geçerli değil ama; bir general de olabilirdi önünde eğilinilen -- her zaman üniformaydı, pozisyondu saygıyı uyandıran; onun da diğerleri gibi problemleri var, o da herkes gibi yemek yiyor, o da herkes gibi tuvalete gidiyor, diğer insanların problemlerine benzer problemleri var. O da bir insan. Peki niye diğerleri önünde eğiliyorlar? İsminden, pozisyonundan, üniformasından ötürü; muhteşem bir iş başardığı için değil. Babam üniforma yapıp satardı, unutmadan söyleyeyim. Üniformanın ne fark yarattığını biliyordu. Aynı kişi üniformayla başkalaşıyordu.

Zannedersem geldiğim noktadan memnundu. Ama bir keresinde, MIT'den geri gelmiştim (birkaç seneliğine gitmiştim), beni karşısına aldı ve 'tüm bu okullara gittin; hiçanlamadığım ve uzun zamandır kendime sorduğum bir soruyu artık cevaplarsın herhalde,bunca yıl bu konuda okuduktan sonra.' dedi. Ben de 'peki sor' dedim. Bir atomun bir durumdan başka bir duruma geçerken, 'foton' ismi verilen bir ışık taneciğini yaydığını bildiğini söyledi. Doğru dedim. Peki şimdi bu foton içinden çıktığı atomdan zaman içinde önde mi, yoksa işin başında atomun içinde hiç foton yok mu? diye devam etti. Ben de'içinde foton yok, sadece elektron üst enerji düzeyinden alt enerji düzeyine' geçerken foton ortaya çıkıyor' dedim. 'Öyleyse nereden çıkıyor bu foton? Nasıl çıkıyor? diye sorgulamaya devam etti. Anlatmaya çalıştım, tabii cevaplayamadım. Foton sayıları sakınımı diye bir şey yok, elektronun hareketiyle yaratılıyorlar. Anlatmayı başaramadım. Esasında olay şuna benziyor. Şu anda çıkardığım ses benim içimde değildi. Bir keresinde oğlum, tam konuşmaya başladığı günlerdi, artık bir kelimeyi söyleyemediğini, çünkü kelime torbasında o kelimeden kalmadığını (kelime kediydi) söylemişti. Bakın, içinden kelimeleri aldığınız bir torba yok. Konuştukça kelimeleri yaratıyorsunuz. Bunun gibi, atomun içinde bir foton torbası yok; fotonlar, ortaya çıktıklarında bir yerden gelmediler. Ama babama anlatamamıştım. Başaramamıştı. Tüm bunları öğrenmek amacıyla beni bir sürü üniversiteye göndermişti, ama sonunda yine öğrenememişti.

Anlatan

Princeton Üniversitesi'nde kuantum mekaniğinde doktora teziyle uğraşırken, gençFeynman'dan atom bombası geliştirme projesine katılması istendi.

Richard Feynman

Çok değişik bir şeydi. Zamanımı sadece ona harcamak istediğim araştırmama ara vermemdemekti. Uygarlığı korumak için yapmam gerekir diye düşündüm. Tamam mı? Kendi kendimle tartıştığım bunlardı. İlk reaksiyonum şuydu: Bu garip işi yapmak için kendi düzenimi bozmak istemedim. Savaşı ilgilendirdiği için ahlaki bir problem de vardı. Savaşla pek ilgim yoktu, ama bu silahın neler yapabileceğini düşününce korktum birden.... Bir de, mümkün olabiliyorsa mümkün olabilir, diye düşündüm, ayrıca biz yapabiliyorsak onların yapamayacağını gösterir bir bilgiye sahip değildim o zaman. Bu nedenle işbirliği yapmak önemliydi.

Anlatan

1943'ün başlarında Richard Feynman, Los Alamos'ta (New Mexico) Robert Oppenheimer'in ekibine katıldı.

Richard Feynman

Ahlaki sorunla ilgili söylemek istediklerim var. Projenin başlamasının nedeni Almanların tehlikeli olmalarıydı. Önce Princeton'da sonra da Los Alamos'ta ilk bombayı geliştirmeye başladım; daha kötü bir bomba yapmak için çabaladım. Yapıp yapamayacağımızı merak ediyorduk. Hepimizin beraberce çok çalıştığımız birprojeydi. Bu tür projelerde hep böyle olur; bir kere karar verdikten sonra başarılı olmak için deliler gibi çalışır insan. Bana göre, hatam veya ahlaksızlığım projeye niçin giriştiğimizi unutmam oldu. Nedenler ortadan kalkınca --Almanlar yenilmişti-- niçin bu projede çalışmaya devam etmem gerektiğini gözden geçirmedim. Hiç düşünmedim bunun üzerinde, tamam mı? Hatırladığım tek reaksiyonum --belki de kendi kendimi körleştirdim-- sevinç ve heyecan içinde olmamızdı. Herkesin sarhoş olduğu partiler veriliyordu. Hiroshima'da o işler olurken .... Büyük bir mutluluğun parçasıydım; içiyordum, jipin üstünde bateri çalıyordum. Hiroshima'dakiler ölürken ve acı çekerken biz Los Alamos'ta heyecan ve mutluluk içinde koşuşturuyorduk.

Fakat, savaştan sonra daha büyük reaksiyon gösterdim. Belki bombanın kendisinden, belkide karımı o sıralarda kaybetmemden kaynaklanıyordu, başka psikolojik nedenlerden... Savaştan hemen sonra annemle New York'ta bir lokantadaydım; New York'u düşünüyordum. Hiroshima'daki bombanın gücünü ve etki alanını biliyordum. Bulunduğumuz noktaya bir tane atılsa -- 59. sokaktaydı galiba restoran -- etkisi buraya kadar ulaşacaktı, bütün bu insanlar ölecekti, herşey mahvolacaktı. İşin kötüsü tek bomba da değildi o. Aynı bombadan yapmaya devam etmek çok kolaydı. Kıyamete doğrugi diyorduk, çünkü iyimser olanların aksine uluslararası ilişkilerin nasıl yürütüldüğünü, insanların nasıl davrandıklarını biliyordum; çok önceden nasılsa bugün de öyleydi. Bomba yine kullanılacaktı. Kendimi huzursuz hissetmeye başladım. Herşeyin boş olduğunu düşünüyordum, hayır boş olduğuna inanıyordum. Bir köprü inşaatı görüyorum, diyelim, yakında yıkılacağına göre şimdi yapılması çok aptalcaydı. İnsanların tehlikeyi anlamadığını düşünüyordum. İşte böyle, bir inşaat görsem, insanların birşeyler yapmaya çalışmalarını anlamsız buluyordum. Bir depresyona girmiştim.

Anlatan

Feynman Cornell Üniversitesi Teorik Fizik Bölümü'ndeki görevi kabul etti. Hans Bethe ile çalıştı. Princeton Yüksek Araştırma Enstitüsü'ndeki bir görev teklifini reddetmişti. Çok prestijli olan bu görevi reddetmesi sürpriz olarak kabul edilmişti.

Richard Feynman

Böyle bir iş teklifini niye reddettiğimi anlayamadılar. Bekledikleri gibi çıkmamıştım, istedikleri gibi davranmamıştım. Bir şeyin farkına vardım. Başkalarının benim yapabileceklerim hakkında olan düşünceleri beni bağlamaz. Onlar iyi olacağımı düşündükleri için iyi olmak zorunda değildim. Büyük bir rahatlık içinde kendi kendime şunu söyledim: "Önemli bir şey yapmadım, önemli bir şey de yapmayacağım. Fizik ve matematikten hoşlanıyordum. Bir oyun gibi gördüğüm için yaptıklarımı, hiç bir zaman önemli olmadılar benim için. Sadece hoşuma gittiği için uğraşıyordum."

Bir gün kafeteryada öğle yemeği yiyordum. Çocuğun biri bir tabağı havaya attı. Tabakta Cornell'in mavi arması vardı, kenarında Mavi kısım şöyle döndü. Merakımı çekti. Tabak yerde yalpa yaparak kendi etrafında döndü. Sanki mavi arma yalpadan daha süratli dönmüştü. Yalpa hareketiyle kendi etrafında dönme arasında ne tür bir ilişki olabileceğini düşündüm. Bakın, sadece oyun oynuyordum, bir önemi yoktu. Dairesel hareket yapan cisimlerin hareket denklemleriyle uğraşmaya başladım. Eğer yalpalama az ise mavi armanın bir yalpalama süresinde iki kere döndüğünü buldum. Sonuçta, karmaşık denklemler yerine Newton'un konularından hareketle aynı sonucu bulup bulamayacağımı araştırdım. Hiçbir zorlama olmadan, zevk için yaptım tüm bunları.

Sonra Hans Bethe'ye gidip , "bak sana neşeli birşey göstereceğim" dedim ve herşeyianlattım. "Evet ilginç ve neşeli bir şey, ama, ne işe yarar ?" diye sordu. "Farketmez ki,hiçbir yararı yok. Zevk için yapıyorum" diye cevapladım.

Çekirdek Fiziği Labaratuarı'nın başı olan Bob Wilson'a malum mu oldu, içine mi doğdu ne? Çünkü aynı gün veya ertesi gün beni yanına çağırdı ve üniversiteye profesör aldıklarında onun ne yapıp yapmadığının onların riski ve sorumluluğu olduğunu söyledi. Hiç birşey yapmıyorsa veya hiçbir şey başarmamışsa profesörün kaygılanması gerekmiyor, onu işe alma riski üniversitenindi. İstediğim herşeyi yapabilirdim. Ve rahatlayabilirdim.

O sıralarda psikolojik bir sıkıntıdan kurtulmak üzereydim. Rahatlayıp oynamaya başladım; anlattığım dairesel hareketle oynadım. Ve bu rotasyon beni başka bir probleme götürdü. Dirac'ın denklemine göre elektron spin vektörünün dönmesi. Ve bu da beni tekrar kuantum elektrodinamiğine götürdü; üzerinde çalışmakta olduğum problem. Başlangıçta yaptığım gibi hep rahat bir şekilde problemle oynamaya devam ettim. Ve herşey ... hani şişenin mantarını çıkarmak gibi ... herşey akıverdi dışarıya. Problemin çözümünü kısa sürede bitirdim ve sonra da bulduklarımdan dolayı Nobel Ödülü'nü kazandım.

Anlatan

Feynman kuantum elektrodinamiğindeki çalışmalarıyla Nobel Ödülü aldı.

Richard Feynman

Aslında yaptığım (bağımsız olarak iki kişi de aynı şeyi yapmıştı: Schwinger ve Japonya'da Tomanaga) 1928'de yazılmış olan elektrik ve manyetizmanın kuantum teorisiyle nasıl çözümlenip tartışılacağını bulmak.... anlamlı sonuç almamıza yarayacak hesaplamalarda sonsuzluklardan nasıl kurtulabileceğimizi çıkarmak.... Bulduklarımın hepsi daha sonra deneylerle doğrulandı. Böylece, deneyleri en küçük detaylarıyla açıklayan bir teoriye sahip olduk, kuantum elektrodinamiği, tabii uygulanabildiği hallerde, çekirdeksel kuvvetleri içermiyor. İşte 1947'de yaptığım - bunun nasıl yapılabileceğini bulmak - bu çalışmayla Nobel Ödülü'nü kazandım.

Anlatan

Peki, Nobel Ödülü'nün Feynman için anlamı ne?

Richard Feynman

Nobel Ödülü hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ne olduğunu ve ne değeri olduğunu anlamıyorum. Eğer İsveç Akademisindekiler x, y, veya z'nin Nobel Ödülü almasına karar veriyorlarsa öyle olsun. Nobel Ödülü'yle bir ilişkim olmayacak. Rahatsız edici birşey. Şeref ödüllerini sevmiyorum. Yaptığım çalışma ve ondan yararlananlar için önemini anlıyorum. Biliyorum, çalışmamı kullanan bir sürü fizikçi var. Başka bir şeye ihtiyacımyok. Başka bir şeyin anlamı olduğunu da düşünmüyorum. İsveç Akademisi’ndeki birisinin yapılan çalışmanın ödül alacak değerde olduğuna karar vermesinin önemini göremiyorum. Ben ödülümü çoktan aldım. Ödül, keşfetmenin zevki, buluşun sevinci, başkalarının onu kullanmasını görmek. Bunlar gerçek; şeref ödülleri gerçek değil. Şeref ödüllerine inanmıyorum. Rahatsız ediyor beni, şeref ödülleri rahatsız edici; apoletleri, üniformaları hatırlatıyor bana. Babam böyle yetiştirdi beni. Dayanamıyorum. Üzüyor beni.

Lisedeyken, kazandığım ilk ödül, Arista'nın üyesi olabilmekti. Arista notları iyi olan öğrencilerin grubuydu. Herkes Arista'nın üyesi olmamı istiyordu. Ve Arista'ya girdiğimde yaptıkları tek işin toplantılarda başka hangi öğrencinin bu muhteşem gruba girebileceğini tartışmak olduğunu gördüm. Şu ve bu nedenle bu tür işler beni psikolojik olarak rahatsız ediyor. Şeref ödüllerini anlamıyorum. O günden bu yana da beni hep rahatsız etmiştir.

Ulusal Bilim Akademisi'ne üye olduğumda da problemler çıktı. Sonunda istifa etmemgerekti. Zamanının çoğunu kimin organizasyona katılabilecek değerde olduğuna harcayanbir kuruluş. Şunlar da oluyordu: işte biz fizikçiler birlik olmalıyız, yoksa kimyacılar şunu üye yapacaklar, ama şu fizikçi için yer lazım. Kimyagerlere ne oluyor? Tüm olay kokuşmuştu. Tek amacı kimin bu şerefe layık olduğunu tespit etmekti. Ünvanları sevmiyorum.

Anlatan

Feynman 1950'den bu yana Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde teorik fizik profesörü olarak ders veriyor ve fizikle uğraşıyor. Dünya hakkında daha fazla şey öğrenmeye çalışıyor.

Richard Feynman

Doğayı anlamak için neler yaptığımızı şöyle neşeli bir benzetmeyle açıklayabiliriz. Düşünün ki tanrılar bir oyun oynuyorlar ve siz oyunun kurallarını bilmiyorsunuz. Amaarada bir oyun tahtasına bakmanıza izin var. Şöyle köşeden. Gözlemlerinizden oyunun kurallarını çıkarmaya çalışıyorsunuz. Taşları nasıl oynatabileceğinizi anlamaya çalışıyorsunuz. Bir süre sonra , örneğin tahtada tek fil var ve bu filin aynı renkte kaldığını bulabilirsiniz. Daha sonra filin sadece köşegende gittiğini görünce bir yasayı bulmuş oluyorsunuz. Genel geçerlilik taşıyan bir yasau keşfediyorsunuz, arkasında yatan fikri anlıyorsunuz. Herşey güzel gidiyor, tüm yasalar biliniyor. Sonra bir köşede birşeyler oluyor. Böylece onu incelemeye başlıyorsunuz. Rok yapıldı; beklemediğiniz birşey.

Temel fizik çalışmalarında hep sonuçlarını anlamadığımız şeyleri incelemeye çalışırız. Vardığımız sonuçları sürekli kontrol etmeyiz. Belli bir süre test ettikten sonra, tamamdır. Bilinene uymayan ve beklediğinizin dışında gelişen, en ilginç olandır. Tabii bu arada devrimler de olabilir fizikte. Fillerin aynı renkte kaldıkları ve köşegende hareket ettiklerini o kadar uzun süredir gözlediniz ki, herkes artık doğru olduğunu biliyor. Sonra birden bir satranç oyununda filin rengini korumadığını keşfediyorsunuz; rengi değişebiliyor. Bir süre sonra başka bir olasılığı buluyorsunuz. Başka bir şey fil olabiliyor. Piyadelerden biri karşıkenara varıyor ve fil oluyor. Bu olabilir, ama siz bilmiyordunuz. Fizik yasalarına benziyor bu. Yasalar çok olumlu gözüküyor, herşeyi açıklıyor ve birden birşeyler yasanın yanlış olduğunu gösteriyor. Sonra filin bu renk değiştirmesinin hangi koşullarla olabildiğini incelememiz gerekiyor. Yani yasayı anladıktan sonra durumu daha iyi açıklıyabiliyorsunuz.

Ama fizikte, satrançta olduğunun aksine (satrançta ilerledikçe kurallar daha da karmaşıklaşır) yeni şeyler keşfettikçe herşey daha basit görünür. Daha büyük bir tecrübe hakkında bilgi edindiğinizden olayın tümü daha da karmaşıklaşmış gibi gelir. Yani, daha fazla tanecikler hakkında bilgileniyoruz ve yeni şeyler hakkında. Ve tabii tanımlar tekrar karmaşıklaşıyor. Ama bir arada olayın muhteşemliğini görebilirsiniz. Yani, arayışlarımızı, tecrübelerimizi daha çılgın alanlara genişlettikçe, arada bir herşeyin birleştirildiği dönemlere giriyoruz. Olay birden olduğundan daha basit görünüyor.

Fiziksel dünyanın veya gerçek dünyanın, tüm dünyanın esas anlamıyla ilgileniyorsanız (zamanımızda ancak matematiksel akıl yürütmeyle anlayabiliyoruz) matematik bilgisi olmadan kişinin herşeyi tümüyle anlayabileceğini zannetmiyorum. Hatta, dünyanın özel yönlerinden bir kısmını bile anlayamaz. Yasaların evrensel olmalarının arkasında yatanı, olaylar arasındaki ilişkileri. Matematik dışında nasıl yapılabileceğini bilmiyorum zannedersem. Doğru olarak başka türlü tanımlayamıyoruz olayları veya aralarındaki ilişkileri anlayamıyoruz. Matematiksel düşünemeyen birisinin dünyanın bu yönlerini tamolarak anlayabileceğini zannetmiyorum. Yanlış anlamayın, dünyanın anlamak için matematik gerektirmeyen bir sürü yönü var, örneğin aşk. Gizemli olabilen başka şeyler devar. Dünyadaki tek şeyin fizik olduğunu da kastetmiyorum. Ama siz fizik hakkında konuşuyordunuz ve fizikten bahsederseniz, matematik bilmemek dünyayı anlamaya sınırlamalar getiriyor.

Fizikte şimdi uğraştığım, karşılaştığımız özel bir problem. Ne olduğunu anlatayım. Herşeyin atomlardan meydana geldiğini biliyorsunuz. Neyse ki o kadar ilerleme kaydettikve çoğu insan bunu biliyor. Atomun etrafında elektronların döndüğü bir çekirdeği olduğuda biliniyor. Dışdaki elektronların davranışı tamam. Biraz evvel anlattığım kuantum elektrodinamiğinde yapabildiğimiz kadarıyla bu elektronların davranışlarını açıklayan yasalar çok iyi anlaşılmış durumda. Onu hallettikten sonra, çözmemiz gereken problem çekirdeğin nasıl çalıştığı. Tanecikler nasıl etkileşiyorlar? Nasıl bir arada duruyorlar?

Yan ürünlerden birisi, çekirdek parçalanmasını keşfedip bombayı yapmak oldu. Ama çekirdekteki parçacıkları birarada tutan kuvvetlerin incelenmesi uzun ve yorucu işti. Başlangıçta çekirdekteki bir çeşit parçacıkların değiş-tokuşu olarak düşünüldü, Yukawa’nın bulduğu pion'lar. Eğer protonları (çekirdekteki parçacıklardan biri) çekirdekle çarpıştırırsanız ortaya pionlar çıkacağı tahmin edildi. .... Ve gerçekten de o tür parçacıklar ortaya çıktı.

Sadece pionlar değil başka parçacıklar da. İsim bulmakta güçlük çekmeye bile başladık; kaonlar, sigmalar, lamdalar v.s... Şimdi hepsine hadron'lar diyoruz. Reaksiyon enerjisini arttırdıkça daha fazla ve değişik tipte parçacıklar çıktı, yüzlerce. Tabii daha sonra bütün bunları yaptıktan sonra (1950'den bugüne kadar olan sürede) problem bunun arkasında yatanı bulmak oldu. Bu parçacıklar arasında çok değişik ilişkiler ve düzen olduğu çıktı ortaya. Ve bu düzeni açıklayan bir teori gelişti. Aslında bu parçacıkların hepsi başka birşeyden oluşmuşlardı. kuark'lardan oluşmuşlardı. Ve de örneğin 3 kuark bir protonu meydana getiriyordu. Proton çekirdekteki parçacıklardan biri, diğeri de nötron.

Bir sürü kuark tipi vardı. Aslında, önceleri bu yüzlerce parçacığı açıklamak için üç tip kuarka gereksinim vardı, bunlar; u-tipi, d-tipi ve s-tipi. İki u ve bir d, bir protonu meydana getiriyordu; iki d ve bir u ise, bir nötronu oluşturuyordu. Eğer içerdeki hareket şekilleri başkaysa başka bir parçacık oluyordu ve böylece sürüp gidiyordu.

Sonra problem şekillendi karşımızda: Davranışları nasıl birşey? Kuarkların davranışı nasıl ve onları bir arada tutan ne? Bulunan teori, tam olmamasına rağmen, kuantum elektrodinamiğine benzerlik taşıyordu. Kuarklar elektronlar gibiydi ve elektronlar arasında gidip gelen ve birbirlerini elektriksel olarak çekmelerini sağlayan fotonlar gibi parçacıklar vardı. Bu parçacıklara gluon deniyordu. Çok benzer bir matematik kullanılıyordu, ama biraz değişik olan bazı terimler var. Ama denklemler arasında olan farklılıklar gelişigüzel çıkmadılar ortaya. Belirli prensiplerle... Gelişigüzel olan, çok sayıdaki kuark tipleri aralarındaki kuvvetin karakteri değil.

İki elektron arasındaki mesafeyi dilediğiniz kadar arttırabilirsiniz. Eğer birbirlerinden çokuzaktalarsa aralarındaki kuvvetin zayıfladığı da bir gerçek.

Eğer doğru olsaydı, ve bunlar kuarklardan oluşsaydı, yeterli şiddette birbirine vurunca kuarkların dışa çıkacağını beklerdiniz. Ama, kuarkların çıkabileceği yükseklikte enerji kullanıp deney yaptığımızda kuarkların çıkması yerine, büyük bir şey oluştu. Yani tüm parçacıklar eski hadronların aynı yönünde gidiyor... kuark yok.! Ve teori .... Ortaya çıkan esasında şuydu, bir kuark oluştuğunda bu başka kuark çiftlerini de oluşturuyor, gruplar halinde geliyorlar ve hadronları oluşturuyorlar.

Soru şu: niye elektrodinamikte bu kadar farklı? Şu küçük parçacıklar farklı ve ....bu küçük parçacıklar farklı etkileri veriyor, tamamiyle farklı etkiler! Böyle bir şeyin olabilmesi çoğu kişiyi şaşırttı... Önce teorinin yanlış olduğunu düşünebilirsiniz. Ama çalışmalar yoğunlaştıkça, bu fazla parçacıkların pekala bu etkileri yaratabileceği ortaya çıktı.

Şimdi fizik tarihinin çok farklı bir dönemindeyiz, çok farklı bir durumdayız. Bir teorimiz var -tamamlanmış ve kesin bir teori - tüm bu hadronlarla ilgili bir sürü deney yapıldı. Bir sürü detay biliniyor. Peki o halde niye teorinin doğruluğunu veya yanlışlığını hemen belirleyemiyoruz? Çünkü yapmamız gereken teorinin sonuçlarını hesaplamak; teori doğruysa ne olmalı, ve ne oldu? Bu sefer zorluk birinci soruda. Teori doğruysa ne olması gerektiğini bulmak çok zor. Teorinin sonuçlarını bulabilmek için gereksinim duyulan matematik çok zor .... şimdilik tamam mı?

Bu nedenle, benim problemim bu teoriden bir şekilde rakamlar elde etmeyi becermek; teoriyi çok dikkatlice sınamak için, yoksa nitel olarak sanki doğru sonucu verebilirmiş izlenimini edinmek değil. Denklemleri çözmemi sağlayacak bir takım matematik yöntemleri keşfetmek için bir-iki yıl uğraştım. Bir yere varamadım. Ve sonra, eğer bu problemi çözeceksem muhtemel cevabın yaklaşık nasıl olabileceğini anlamam gerektiği kararını verdim. Bunu anlatmak çok zor şimdi, ama nicel olarak fikir edinmeden buolayların nitel olarak nasıl çalıştığını anlamam gerekiyordu. Diğer bir deyimle, başkaları da olayın nasıl geliştiğini anlamamışlardı. İşte son bir-iki yıl içinde olayı anlamaya çalışıyorum.... Ümidim gelecekte bu kaba anlayışın kesin matematiksel yönteme dönüşmesi, veya teoriden parçacıklara gitmeyi sağlayan bir yol göstermeye dönüşmesi.Görüyor musunuz, çok komik bir durumdayız. Teori aramıyoruz; teorimiz var ... iyi, iyi bir aday. Sonuçların ne olacağını görmek için teoriyle deneyi karşılaştırma ihtiyacını duyduğumuz bir dönemdeyiz. Ve takıldık kaldık. Benim hedefim ... arzum teorinin sonuçlarının ne olduğunu bulmamızı sağlayacak bir yöntem geliştirmek. Aptal bir durumdayız. Teoriniz var ama sonuçları ne olabilir, bulamıyorsunuz. Dayanılacak gibi değil. Nasıl olacağını bulmalıyım. Belki bir gün.

Anlatan

Peki bulduğunuzda ne olacak? Ne fark edecek? Fiziği bu kadar kafaya takmanın yararı ne?

Richard Feynman

Anlaması daha kolay olan bir örnek alalım, astronomiyi... Şüphesiz astroniminin başlangıç yıllarında, insanlar gezegenlerle, onların büyülü, tanrısal karakterleri nedeniyle veya başka nedenlerle ilgileniyorlardı. Gezegenler ve bir iki yıldızın yerleri bulunup hesaplandıktan sonra, astronominin hiç bir uygulaması yok. Zaman ölçümü ve yol bulma amaçlarına yönelik çalışmalar vardı, o da bitti. Yıldızların büyüklüğü, yıldızların dünyamıza olanuzaklığı, galaksilerin devliği, evrenin tarihi hakkında bulduklarımız muhteşem şeyler.Büyük teleskoplar, büyük çabalar, hiçbir uygulama alanı yok, bildiğim hiçbir yer. Belki birbisküvi kutusunun üzerine "Galaksi Bisküvileri" yazılmış olabilir. Onun dışında astronominin benim bildiğim hiçbir uygulaması yok.

Ama, daha büyük teleskopların yapımına ve evren hakkında daha fazla bir şeyler öğrenmeye kimse karşı çıkmıyor. İnsanlarda evreni anlamaya yönelik derin bir dürtü var. Size astronomi örneğini verdim. Matematikte de aynı şey var, fizikte de. Bu, herşey yararlı olmalıdır, veya yediklerimle ilişkili olmalıdır, görüşüne karşılık daha fazla bilmek arzusu, kendi dürtüsünü yaratan bir olgu bence.

Bugün de, büyük bir ihtimalle en küçük boyutlardaki temel yasaları bulmaya çalışan yüksek enerji fiziğinde, pahalı aletlerle, herhangi bir uygulama alanı görmüyorum. Şüphesiz tarihte ... geriye bakarsanız, şimdi bulduklarımız hiç bir işe yaramıyor demiş olan bir sürü bilim adamı bulursunuz. Gelecek çağlardaki insanları şimdi bizim olduğumuz kadar mutlu etmek için bir tahmin yapacağım: yüksek enerji fiziğinde bulduklarımızın hiçbir uygulaması yoktur. Gelecekte benim ne kadar yanlış düşünmüş olduğumu yazarsınız. Ama çok uzun bir süre için herhangi bir uygulama alanı olduğunu zannetmiyorum; belkide hiç olmayacak. Yüksek seviyeli iyi fizik çalışması yapabilmeniz için çok uzun zamana ihtiyacınız var. Hatırlanması zor olan ve hiç açıklık kazanmamış fikirleri bir araya getirmeye çalıştığımızda .... hep şunu düşünürüm iskambil kağıtlarıyla kule yaparken, kartlardan birini unutursanız tüm kule yıkılır, başa dönersiniz yine. O noktaya nasıl vardığınızı bilmiyorsunuz, üstüste koymaya tekrar başlamalısınız. Rahatsız edilirseniz ve kartları nasıl dizdiğinizin yarısını unutursanız (kartları fikirlerin değişik kısımları olarak düşünebilirsiniz, fikrin oluşabilmesi için bir araya gelmeleri gereken kısımlar) demek istediğim.... herşey yerli yerinde, güzel bir kule oluştu, ama yıkılması çok kolay. Konsantrasyon gerektiriyor -- düşünmek için uzun süre -- ve böyle bir işin yöneticisiyseniz, o zaman vaktiniz yok.

Bu nedenle kendi hakkımda başka bir mit yarattım. Ben sorumsuz biriyim. Çok sorumsuz biriyim. Herkese hiç birşey yapmadığımı söylüyorum. Birisi beni öğrenci kabul komitesine katılmaya çağırdığında, "olmaz, sorumsuzun tekiyim ben. Öğrenciler beni hiç ilgilendirmiyor." diyorum. Tabii ki öğrenciler beni ilgilendiriyor. Ama biliyorum ki başkası bu işi yapacak. "Bırak George yapsın bu işi" diye düşünüyorum... Esasında bu davranış kötü, yapılmaması gerekiyor. Ama ben böyle davranıyorum, çünkü fizikle uğraşmak istiyorum. Hâlâ birşeyler yapıp yapmadığımı görmek istiyorum. Bencilim, tamam, fizikle uğraşmak istiyorum.

Sınıftaki öğrencileri ele alalım. Şimdi bana en iyi nasıl ders verebileceğimi soruyorsunuz. Bilim tarihine mi önem vereyim? Uygulamaya mı? Bana kalırsa ders vermenin en iyi şekli hiç bir kalıba bağlı kalmamak, kaotik olmalı, bulabildiğiniz her yolu kullanıp herşeyi karıştırmak. Tek düşünebildiğim yol bu. Böylece ilerlerken şu ve bu öğrenci farklı çengellere takılıp gelsin. Bu arada, tarihle ilgilenen öğrenci soyut matematik işlenirken sıkılacak, matematiği seven tarihten sıkılacak. Ama herkesi her zaman sıkmamış olacaksınız. Belki de daha iyi olur bu. Nasıl yapılacağını tam bilmiyorum. Farklı ilgi alanlarına sahip farklı kafalarla ilgili bu soruyu nasıl cevaplayacağımı bilmiyorum. Onların ilgisini ne çeker? İlgilenmelerini nasıl sağlarsınız? Bir yolu zor kullanmak: bu dersten geçmek zorundasın, şu sınava girmelisin. Etkili bir yoldur. Bir sürü insan bu metodla okullardan mezun oluyor; bayağı etkili bir yöntem olabilir. Üzgünüm; bunca yıl ders vermeye çalıştıktan ve bir sürü yöntem denedikten sonra hâlâ nasıl yapılabileceğini gerçekten bilmiyorum.

Küçükken babamın bana bir sürü şey anlatması çok hoşuma giderdi. Bu nedenle, ben deoğluma dünya hakkında ilginç şeyler anlatmaya çalıştım. Çok küçükken kucağımızda sallar ve hikayeler anlatırdık. Küçük insanların hikayesini uydurmuştum; şu boyda, pikniğe gidiyorlar ve havalandırma tesisatında yaşıyorlar.

Uzun mavi gövdeli yapraksız ağaçların bulunduğu ormanda yürüyorlar. Ve oğlum bunun halı olduğunu çıkarırdı zamanla. Çok hoşuna giderdi bu oyun; bütün bunları garip bir görüş açısından anlatıyordum çünkü.

Bu tür hikayeleri dinlemeye bayılıyordu. Enfes hikayeler çıkıyordu ortaya. Hatta bir keresinde içi çok nemli bir mağaraya bile girdi; rüzgar bir içeri bir dışarı doğru esiyordu. İçeri soğuk giriyordu, dışarı sıcak çıkıyordu. Girdikleri yer köpeğin burnuydu. Şüphesiz bu metodla fizyoloji hakkında da bir sürü şey anlattım. Bayılırdı buna. Ben de bir sürü şey anlattım. Bu benim de hoşuma gidiyordu; çünkü sevdiğim şeyleri ona anlatıyordum. Ne olduğunu tahmin ettiği zaman da neşemize diyecek olmazdı. İşte böyle.

Sonra bir kızım oldu, benzer şeyleri denedim. Ama kızım farklı kişiliğe sahipti. Bu tür hikayeyi duymak istemiyordu. Kitaptaki masalı defalarca ona okumamı isterdi. Masal uydurmamı değil, okumamı istiyordu. Değişik bir kişilik. Şimdi kalkıp küçüklere bilim öğretmek için küçük insanların hikayelerini anlatmak gerekiyor desem, bu metod kızımla çalışmıyor. Ama oğlumla çalıştı. Tamam mı ?

Neredeyiz, nereye gidiyoruz, evrenin anlamının ve benzeri muhteşem soruların cevaplarını bilimin vereceğini bekliyorsanız, zannedersem çok çabuk hayal kırıklığına uğrarsınız ve problemlere mistik cevap ararsınız. Bir bilim adamı mistik bir cevabı nasıl kabullenebilir bilmiyorum, çünkü esas amaç anlamak.... Peki, peki unutun bunları. Neyse, ben öyle şeyleri anlamıyorum.

Ama, herşeye rağmen üzerinde benim düşündüğüm gibi düşünürseniz, yaptığımı zaraştırmak. Dünya hakkında mümkün olduğu kadar çok şeyi keşfetmeye çalışıyoruz. Bazıları bana soruyor, "Fiziğin ana yasalarını bulmaya mı çabalıyorsunuz?" Hayır, çabalamıyorum. Dünya hakkında daha fazla bir şeyler öğrenmeğe bakıyorum. Eğer herşeyi açıklayan basit bir yasaun bulunduğu da ortaya çıkarsa ne güzel. Onu keşfetmek çok güzel olurdu. Ama bir de olay eğer milyonlarca tabakadan oluşan soğana benziyorsa ve biz de her tabakayı anlayıp soymaktan yorulup sıkılıyorsak, ne yapalım, bu böyle. Nasıl ortaya çıkarsa çıksın, olayın özü orada, ortaya nasıl olursa olsun çıkacak.

Bu nedenle, onu araştırırken yapmaya çalıştığımız hakkında peşin fikirli olmamalıyız. Sadece hakkında daha fazla bir şeyler öğrenmeğe çalışmalıyız. Niye daha fazla şey öğrenmek istiyorsunuz, sizin probleminiz bu, diyebilirsiniz. Eğer bunu araştırmakla derin felsefi bir sorunun cevabını bulacağınızı düşünüyorsanız hata etmiş olursunuz. Doğa hakkında çözmeye çalıştığınız o belirli problemin cevabını bulamayabilirsiniz. Ama benim amacım bu değil. Bilime ilgim sadece dünyayı daha yakından tanımak istememden kaynaklanıyor. Keşfettikçe de keşfetmek daha zevkli oluyor. Ama hiçbir bilmediğim o kadar çok şey var ki, niye buradayız sorusunu sormanın anlamı olup olmadığı gibi veya soru ne olmalı gibi. Konu üzerinde biraz düşünebilirim, anlayamazsam başka bir konuya geçerim. Ama bir cevap bulmak zorunda değilim. Bilmemek beni korkutmuyor. Amaçsız bir şekilde gizem dolu evrende kaybolmuş olmak beni korkutmuyor, ki aslında benim görebildiğim kadarıyla bu böyle. Bu beni korkutmuyor.

No comments: